Hz. Ebu Zerr'in güneşin batışıyla ilgili anlattığı hadis izafi uzayın perspektifine dayanarak anlaşılabilir; güneş, gözlemcinin konumuna bağlı olarak hareket eder. Böyle bir yorum, modern fizik kavramlarına uygun düşebilir.
Gözlemciden bağımsız bir fiziksel dış dünyanın var olmadığını ve yalnızca her şuurlu gözlemci için idrak ettiği şekilde bir kişisel dünyanın varolduğunu destekleyen çok mühim bir hadis-i şerif mevcuttur. Hz. Ebu Zerr (radiyallahu anh) anlatiyor: "Güneş batarken Resulullah (aleyhissalatu vesselam) ile birlikte mescidde idim. Bana: "Ey Ebu Zerr, biliyor musun bu Güneş nereye gidiyor?" diye sordu. Ben: "Allah ve Resulu daha iyi bilirler!" dedim. "Arş'ın altina secde yapmaya gider, bu maksadla izin ister, kendisine izin verilir. Secde edip kabul edilmeyecegi, izin isteyip, izin verilmeyecegi zamanin (kiyametin) gelmesi yakindir. O vakit kendisine: "Geldigin yere dön!" denir. Böylece battigi yerden dogar. Bu durumu Cenab-ı Hakk'ın şu sözü haber vermektedir (mealen): "Güneş, duracaği zamana doğru yuruyup gitmektedir. Bu aziz ve alim olan Allah'ın takdiridir"(Yasin 38).”[1] Bu hadisi nasıl anlamalıyız? Güneşin batınca Arşın altına gitmesi ne demektir? Arş nedir? Güneşin Arşla ilişkisi nedir? Bilhassa bugünkü modern bilimin verileri ışığında değerlendirildiğinde bu hadis kanaatimce kainatın yapı ve işleyişi hakkında çok önemli ipuçları sunmaktadır.
Klasik fiziğin evreni tanımlamaya başladığı Newton zamanından beri uzayın yapısı hakkında iki temel farklı görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan klasik Newtoncu görüşe göre uzay sabit bir kap gibidir ve cisimler bunun içinde hareket eder. Newton’un çağdaşı Leibniz ise uzayın tamamen izafi olduğunu söylemiş ve kendi başına bir varlığı olmayıp bir cismin başka bir cisme göre ilişkisinden ibaret olduğunu savunmuştur. Newtoncu görüşte güneş sistemi, ortada sabit bir güneş ve etrafında dönen gezegenler olarak tahayyül edilir. İlkokuldan beri bize öğretilen de budur. Halbuki izafi uzay anlayışında herhangi bir sabit nokta yoktur, dünya güneşe göre güneşin etrafında dönerken güneş de dünyaya göre dünyanın etrafında dönmektedir. Zaten Einstein’ın geliştirdiği izafiyet teorisine göre bir cismin hareketini tarif edebilmek için mutlaka bir referans noktası gereklidir. Mutlak hareket diye bir şey yoktur. Çünkü mutlak uzay yoktur. Hadiste anlatılan konuya dönersek, güneşin hareketini tarif etmek için bir referans noktasına ihtiyaç duyarız. Dünya üzerinde yaşayan bizler için yani dünyadan bakan gözlemciler için bu nokta elbette dünya olacaktır. Dünyaya göre de güneş bir süre dünyanın etrafında bir yörünge üzerinde yol almakta, sonra da batarak gözden kaybolmaktadır. Güneşin sabit olup dünyanın güneş etrafında döndüğü bir gözlem çerçevesi-mesela güneşte bulunan bir gözlemcinin gözlem çerçevesi böyledir- tek gerçekmiş gibi alındığında ne güneşin batması ne de bir yere gitmesi söz konusu olmaz. O bakış açısından güneşin batması dünyanın kendi etrafında dönmesinden kaynaklanan ve belli gözlemciler için mevzubahis olan bir hadisedir. Aslında batan güneş falan yoktur çünkü güneş olduğu yerde durmaktadır, hareket eden sadece dünyadır. Yani güneş bir yere gitmemektedir. Bu bir göz yanılgısıdır. İşte bize okullarda ders kitaplarında okutulan bu klasik mutlak uzaya dayanan Newtoncu görüş çerçevesinde bu hadis bilimsel geçerliliği olmayan gerçek dışı ifadeler içeren bir metin gibi görünse de, kainatın daha doğru bir tarifi olan Einstein’ın izafiyet teorisine göre gayet mantıklı ve tutarlı bir şekilde anlaşılabilmektedir. Ayet ve hadisleri bilime göre kritik ederken, bilimin gelişmekte olan ve yanlışlanarak ilerleyen bir yapısının olduğu, teorilerin zamanla değişip yenilendiği, vahye dayanan bilgilerin ise zamanüstü gerçekleri ifade ettiği unutulmamalıdır. Bugünkü bilime göre yanlış gibi görülen bir ayet veya hadis belki yarının biliminde doğru olarak kabul edilecektir. Dolayısıyla bilim ve dini aynı kategoride değerlendirmek veya dini bilgileri bilimsel bilgilere göre kritiğe tabi tutmak çok akıllıca değildir. Güneşin Arşın altına gidip secde etmesini nasıl anlayabiliriz? Öncelikle güneşin ne olduğu üzerinde duralım. Materyalist görüşe göre güneş içinde müthiş termonükleer reaksiyonların olduğu muazzam bir ateş topudur. Öylece kendi başına vardır ve bize ısı, ışık göndermektedir. Halbuki idealist felsefe anlayışına göre veya kuantum fiziğinin evren anlayışına göre güneş bizim gözlememizle var olmaktadır. Gözlemciden bağımsız bir varlığı yoktur. Güneşteki atomlar, reaksiyonlar ve yayılan ışınlar bilgiden ibaret ilmi (soyut) bir varlık olup ancak şuurlu bir gözlemci tarafından gözlendiğinde gerçeklik (somutluk) kazanmaktadır. Bu hadise, bir evin soyut projesinin ev çimento ve demirden inşa edildiğinde somut gerçeklik kazanması gibi düşünülebilir. Kainattaki her şey gözlenmeden evvel bir proje mahiyetindeyken şuurlu gözlemciler tarafından gözlendiğinde somut varlık kazanmaktadır. Tabi burada şuurun varlık açısından ne kadar önemli bir kavram olduğu ortaya çıkmaktadır.
Eşyanın yani bütün varlıkların bir mülk yönü bir de melekut yönü vardır.[2] Mülk yönü, o varlığın beş duyuyla kavranan, normal bir insanın gördüğü yönüdür. Buna eşyanın dış yüzü, cismani yüzü de diyebiliriz. Güneşin sarı ve parlak bir daire şeklinde görünmesi, sıcak bir nesne gibi algılanması hep bu mülk yönüyle ilgilidir. Melekut yönü ise eşyanın hakikati, görünmeyen yüzü, perde arkasıdır. Üç boyutlu bir cismin kendisi melekut yönü ise iki boyutlu gölgesi mülk yönü gibi düşünülebilir. Mesela süpersicim teorisine göre fizik alem uzaysal olarak 10 boyutlu iken biz sadece 3 boyutunu görebiliyoruz.[3] Varlıkların asıl mahiyeti bize kapalıdır. Fakat kalp, ruh, sır, hafi, ahfa gibi latifeleri gelişmiş kişiler eşyanın melekut yönünü, yani bize kapalı olan boyutlarını görebilmektedirler.[4] Başta peygamberler olmak üzere bu ermiş kişiler eşyaya bakınca perde arkasını müşahede edebilmektedirler. Böylece melekleri görebilmekte, hatta onlarla konuşabilmektedirler. Herhangi bir insan da, öldükten sonra melekleri görmeye başlayacaktır.[5]
Peygamber Efendimiz (asm) vahiy meleği Cebrail’i gördüğü gibi güneşe baktığında güneşe müekkel meleği de görüyordu. Tabi Allah’ın (cc) göstermesiyle yani onları görebilecek donanımı Efendimiz’im (asm) içinde geliştirmesiyle görebiliyordu. Böylelikle biz güneşi sadece maddi bir varlık olarak görürken, Peygamberimiz (asm) onunla vazifeli bir melek olduğunu ve o meleğin, güneşin insanlara ısı ve ışık gönderme vazifesini yaptıktan sonra Rabbine ibadet etmek ve bir sonraki gün içindeki vazifesi için izin almak amacıyla Arşın altına gidip secde ettiğini de görüyordu. Arş, Kur’an-ı Kerim’de geçen bir kavramdır.[6] Allah’ın emirlerinin meleklere vahyedildiği, Ceberut ve Melekut alemleri arasındaki sınırdır.[7] İnsanda kalp neyse kainatta arş odur.[8] Yani kalbi vasıtasıyla manevi alemlerden aldığı feyizleri maddi vücuduna taşıyan, ruhunun ilhamlarını ifade eden veya iradesiyle bedenine işler gördüren insan gibi, Allah-ü Teala’nın kainatı kontrol ve idaresi de Arş üzerinden olmaktadır. Dolayısıyla kainatın bir parçası olan güneşin kontrolü ve idaresi de Arş vesilesiyle güneşten vazifeli meleğe verilen emirle olmaktadır.
Son bir nokta olarak, güneş bazılarına göre batmışken diğer bazılarına göre gökyüzünü aydınlatmaya devam etmektedir. Yeryüzündeki saat farkları herkesin malumudur. O zaman güneşin batıp Arşın altına secde etmeye gitmesi kişiden kişiye göre değişen, kişiye yani gözlemciye bağlı tarif edilen bir olay olmaktadır. Zaten evrende herkesin farklı bir dünyası vardır. Birinin dünyası başka birinin dünyasından çok farklı olabilir. Gerçekten bahsedilirken, herkesin kendine ait bir gerçeğinin olduğu unutulmamalıdır. Güneşin batması hadisesi, kişilerden bağımsız mutlak bir olay değil bilakis kişilere göre tanımlanan bir olaydır. Aslında kainattaki bütün olaylar öyledir. Herkesin kendine göre bir gerçeği ve doğruları vardır. Kainatta çoğulculuk hakimdir. Mesela bunun pratik bir örneği ölüm meleğinin ölmek üzere olan bir insana nasıl göründüğüdür. İmanlı birine çok endamlı, yakışıklı veya güzel görünen ölüm meleği, inanmayanlara çok çirkin, kaba, azap verici ve korkunç bir şekilde görünecektir. Bu gibi örnekler sayısızca çoğaltılabilir. Aynı zamanda, burada, kişinin kendi kültürel veya dilsel koordinat sisteminde neyin tamamen ya da yaklaşık olarak doğru veya doğru olmadığını bilmenin imkansız olduğunu iddia etmiyoruz. Modern kuantum dolanıklığının açıkça gösterdiği bu farklı bakış açılarının çokluğu içinde, kişinin en azından kendisi için doğru olanı yeterli kanıt ilkesine dayanarak belirlemesi gerekmektedir. Bunu yaptıktan sonra kişinin doğru ve doğru olduğuna karar verdiği şeyi başkalarına dikkatlice sunması mümkün olur. Böyle bir sunuş tarzı, sadece farklı düşünenlerin var olma hakkını kabul etmekle kalmayıp, aynı zamanda onların fikirlerinde ve yollarında özgün ve aydınlatıcı bir şey olup olmadığını gerçekten merak eden bir kamu tartışması yoluyla gerçekleşse gerektir.
[1] Buhari, Tefsir Ya-sin 1, Bed'u'l-Halk 4, Tevhid 22, 23; Muslim, Iman 250, 159; Tirmizi, Tefsir Ya-sin 4225.
[2] Bediuzzaman Said Nursi, Sözler, Yirmiikinci Söz, İkinci Makam.
[3] “String Theory,” Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/String_theory#Extra_dimensions (accessed June 11, 2024).
[4] Imam Rabbani, Mektubat-ı Rabbani, I. Cilt, 34 Mektup.
[5] Kur’an-ı Kerim, Kaf-22.
[6] Kur’an-ı Kerim, Hud-7.
[7] “Allah Teala, bir hususu/emri bildirmek (:vahyetmek) istediğinde vahyederek konuşur (:vahyederek kelamını bildirir). Bunun üzerine Allah korkusundan gökleri şiddetli bir titreme tutar/korku sarar. Göklerde bulunanlar (:melekler) bu konuşmayı duyduklarında kendilerinden geçer ve Allah için secdeye kapanırlar. Meleklerden başını ilk kaldıran Cebrâîl olur ve Allah bildirmek istediği vahiyleri ona bildirir. Sonra Cebrâîl (diğer göklerdeki) meleklere uğrar. Her bir göğe uğradığında oranın sakini olan melekler ona: “Cebrâîl! Rabbimiz ne dedi, derler.” Cebrâîl: “Allah, hakkı/doğruyu söyledi; çünkü O, çok yüce, çok büyüktür” der. Ardından (oradaki) bütün melekler Cebrâîl’in söylediğini söylerler (:tekrar ederler). Böylece Cebrâîl kendisine bildirilenleri (:vahiyleri) Allah Teala’nın yerde veya gökte ulaştırmasını istediği noktaya/kişiye kadar ulaştırır” (Ebu'l-Kâsım Süleyman b. Ahmed b. Eyyub el-Lahmî et-Taberânî, Müsnedu’ş Şâmiyyîn, thk. Hamdi Abdülmecîd Selefî, I-IV (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle), hadis no: 591; Mennâ‘u’l-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1981), 34.
[8]Rabbani, I. Cilt, 34 Mektup.