İfrat ve Tefrit Arasında Kur'ân ve İlmi Hakikatler

Bu makalede Kur’ân’ın temel maksatları ve hidayet rehberi olması ile ilmî hakikatler arasındaki irtibat; Kur’ân ve ilmî hakikatleri kabul eden, etmeyen ve mutedil yaklaşanların görüşleri ele alınıp değerlendirilmiştir.

Bu makalede Kur’ân ve ilmî hakikatler konusu dünden bugüne gelişim seyrine kısaca temas edildikten sonra, Kur’ân’ın temel maksatları, hidayet rehberi olması ve evrenselliği ile ilmî hakikatler arasındaki irtibat; Kur’ân ve ilmî hakikatleri kabul eden, etmeyen ve mutedil yaklaşanların görüşleri farklı açılardan ele alınıp değerlendirilmiştir. Kur’ân ve ilmî hakikatlerin tefsir-i ilmî, i’caz-ı ilmî açısından ele alınarak işlenmesi üzerinde durulmuş ve genel manada bu konuda riayet edilmesi gereken disiplin ve prensipler zikredilmiştir.

Giriş

Kur’ân, Kıyamete kadar bütün insanlığa maddî-manevî her hususta rehberlik yapacak bir potansiyele sahiptir. Onun mucize olan nazmındaki bu potansiyelinin, enginlik ve zenginliğin kendisini ifade etmesi inanan insanların başta imanına, varlık kitabını doğru okuyup doğru anlamalarına ve zamanının ilmî, teknolojik varidatından sağlıklı istifadelerine bağlıdır. Her dönemde Müslümanlar ihtiyaç endeksli olarak Kur’ân’a yönelmiş ve ondan istifade ederek değişik ilimleri geliştirerek sistemleştirmişlerdir. Özellikle fıkıh, fıkıh içinde de bilhassa ibadet ve muamelat ahkâmı ile ilgili ayetlere sürekli ihtiyaç hissedildiğinden onların üzerinde daha bir ehemmiyetle durulmuş ve bu konuda pek çok eser telif edilmiştir. Aynı şekilde İslam’ın kalp ve ruh hayatını disipline eden tasavvuf perspektifli yorumlar dile getirilmiş ve eserler kaleme alınmıştır. Günümüze doğru gelindiğinde ise Kur’ân’ın sosyoloji, psikoloji, pedagoji, ferd ve aile eğitimi, çok hızlı gelişen/gelişmekte olan ilmî hakikatler ve teknoloji gibi insan ve toplum hayatını çok ciddi ilgilendiren konulardaki semavî ve fıtrat eksenli mesajlarının iyi anlaşılıp, yorumlanmasına ve hayata taşınmasına her dönemden daha çok ihtiyaç vardır. Bunun yolu da Kur’ân tefsirinde ihtiyaç endeksli olarak bahsi geçen konulara daha bir ağırlık verilmesine ve bunların değişik disiplinler altında sistemleştirilmesine bağlıdır. Zira bin üç yüzden fazla ayet, diğer bir ifadeyle Kur’ân’ın beşte biri varlığı okumaya, ibretle süzmeye, kevnî hakikatleri araştırmaya, tefekkür ve tedebbüre sarahaten, işareten ve imaen davet etmektedir. İşte biz bu makalemizde Kur’ân ve ilmî hakikatler konusunu –ulaşabildiğimiz kaynaklar ve anlayabildiğimiz çerçevede- metodolojik bir yaklaşımla ele almaya çalışacağız.

Kur’ân’ın Evrenselliği ve İlmî Hakikatler

Kur’ân’ın ve Peygamber Efendimizin mesajı evrenseldir. Kıyamete kadar bütün zaman ve mekânlara hitap edecektir (Sa’d, 38/87; Kalem, 68/52;Tekvir, 81/27;A’raf, 7/158). Hz. Musa (a.s.)’nın asasının yılana dönüşmesi veya Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi gibi geçmiş peygamberlere verilen mucizeler onların zamanlarındaki insanlara hitap ediyordu. Hatemu’l-Enbiya olan Peygamber Efendimiz’in parmaklarından suyun fışkırması, azıcık yemeğin pek çok insanı doyurması, hurma kütüğünün ağlaması, elinde taşların tesbih etmesi gibi pek çok kevnî mucizesi bulunsa da O’nun en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Nitekim Peygamber Efendimiz bu hakikati şu şekilde ifade buyurmuştur: “Peygamberlerden hiçbiri yoktur ki Allah Teâlâ ona beşerin iman edeceği bir mucize vermiş olmasın. Bana verilen mucize de Allah’ın vahyettiği Kur’ân’dır. Kur’ân mucizesinin devamlı olup, herkese hitap etmesinden ötürü Kıyamet günü en çok ümmeti olan peygamber olacağımı ümit ediyorum.”[1] Hadis ilminin otoritelerinden İbn-i Hacer el-Askalanî bu hadisin Kur’ân’ın mucizeliğinin kıyamete kadar devam edeceğini, onun üslup, belağat ve gayblardan haber vermede harikulade olduğunu, geçmiş asırlarda Kur’ân’ın haber verdiği hakikatlerden bazılarının keşfedilerek ortaya çıktığını ve ileride de çıkacağına dikkatleri çekmektedir.[2] Tabii ki Kur’ân’ın bu semavi enginlik ve zenginlikleri, ihtiyaç tezkeresi ve gönül safvetiyle ona yönelen insanlara kapılarını açacaktır. Kur’ân, herkesin ilim ufkuna göre açılma gibi mucizevî bir özelliğe sahiptir. Kur’ân’ın ifadelerinde bir televvün ve çok boyutluluk vardır. O, bir hakikati nazara verirken, aynı zamanda o hakikat içinde daha başka konuları da satır aralarında (müstetbeâtü’t-terâkib) ifade eder. Böylece, ufkunun derinliğine göre her seviyedeki insan bu hakikatlerden bir şeyler anlar ve mutlaka istifade eder. Kur’ân-ı Kerim, bir meseleyi arz ederken, kullandığı üslûp itibarıyla aynı ifade içinde kevnî bir hâdiseyi de anlatıverir. Dikkat edilmediğinde, meselenin biri anlaşılırken, diğeri gözden kaçabilir. Meselâ, Kur’ân’da kıyametin kopması esnasında meydana gelecek hâdiseler sırasıyla ele alınır. Güneşin tedvir ve tekvir edilmesi, yani dürülüp muhafaza altına alınması anlatılırken, aynı zamanda onun geçirdiği değişik safhalar da işaretleniverir (Tekvir, 81/1-3). İşte bu durum, Kur’ân’ın çok boyutluluğu ve câmiiyetinin ifadesidir. Keza, Kur’ân’ın öyle bir ifade üslûbu vardır ki, hemen her devrin insanı ondan kendisine ait pek çok hakikatleri, hem de hiçbir tekellüfe ve sun’îliğe girmeden anlayabilir. Yani bin sene evvel yaşayan bir insan, Kur’ân’dan kendine ait bir kısım hakikatler keşfedip kendi devrini aydınlattığı gibi, 20. asrın insanı da aynı ifadelerden kendi devrine ait bir kısım ilmî hakikatleri bulup çıkarabilir. Meselâ: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık hale getirir ..”(Enam, 6/125) âyetini önceki müfessirler sadece kâfir ile mü’minin ve kâfirin küfrü ile mü’minin imanının bir mukayesesi şeklinde anlamışlardı (Razi, 13/150; Âlusi, 8/25). Onların bu ilâhî beyanı, semaya yükseldikçe göğsün daralacağı, canlıların, atmosferin ancak belli bir tabakasında yaşayabileceği, bu tabakayı aştıklarında nefes alamayıp hayatlarını yitirecekleri şeklinde anlamaları herhâlde düşünülemezdi. Çünkü o günün bilim seviyesi buna müsait değildi. Ama 20. asrın insanı, aynı âyetten, küfür ve dalâlet ile iman ve hidayetin mukayesesi yanında, ilmî bir hakikati de keşfederek atmosfere ait bir gerçeği çıkarabilir. Zira onun elinde böyle bir ufka ulaşması için yeterli teknik imkânlar vardır. Ancak, Kur’ân’ın bu câmiiyetini kavramak için engin bir ufka sahip olmak gerekmektedir. Zaman ilerleyip, teknik ve teknolojik vasıtalar ile malumatlarımız da arttıkça, Kur’ân âyetleri biraz daha iyi anlaşılacak ve zamanın ihtiyarlamasına karşılık onun gençleştiği ayân beyan ortaya çıkacaktır.[3] Kur’ân’ın evrenselliğinin en önemli boyutlarından biri de onun manasındaki enginlik, aşkınlık ve kapsayıcılıktır. Şöyle ki Kur’ân, çeşitli devirlerde yaşayan insanların farklı anlayış ve kapasitelerine riayet eden eşsiz bir üsluba sahiptir. Kur’ân öyle bir dil kullanır ki onu nazil olduğu dönemdeki insanlar rahatlıkla anladığı gibi asırlarca sonra gelenler de anlar. Tabii ki herkesin anlayışı da kendi seviyesine göredir. En havasdan en avama kadar aynı anda hitap etme özelliği Kur’ân’ın mucizevî özelliklerinden biridir ki buna onun camiiyeti denmektedir. Kur’ân’ın bu özelliğini bir hadislerinde peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle ifade etmişdir: “Her ayetin bir zahrı (görünen) bir batnı (açıkça görünmeyen) bir haddi (son sınırı) bir de muttalaı (sınır ötesi/netice itibariyle anlaşılan manası ) vardır. Ayrıca bunların hepsinin de hem dalları hem de bir kısım yaprakları vardır.”[4] Mesala; Kur’ân semavatın yedi olduğundan bahsetmektedir. Bu ayet farklı şekillerde yorumlanmıştır; yedi hava tabakası, içinde bulunduğumuz yerküre ile onun arkadaşları olan hayat sahibi küreler, yedi gezegen, güneş sistemi içindeki esirin yedi tabakası, güneş sistemi ile birlikte altı ayrı güneş sistemi, esirin değişik şekiller almasıyla meydana gelen yedi ayrı tabaka, görünen dünya semasının ötesinde görünmeyen altı tane daha sema. Bazı alimler de semavatın yedi olmasını sadece şehadet alemine inhisar ettirmeyip dünya, ahiret, gayb ve misal alemlerini kuşatan bir zarf, ihatalı bir tavan olarak yedi semanın var olduğunu anlamışlardır. Hatta daha geniş dairede yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirlerin arapça da çokluk ifade ettiğini dolayısıyla yedi küllî tabakanın pek çok tabakaları ihtiva edebileceği şeklinde yorumlanmıştır. Bütün bu yorumları yapanlar kendi istidadına, anlayış ufkuna göre Kur’ân’ın feyzinden istifade etmiş, hisselerini almışlardır. Kur’ân bütün bu anlayışlara (mefhumlara) şamildir.[5]

Kur’ân ve ilmî Hakikatlere Farklı Yaklaşımlar

Kur’ân ve ilmî hakikatlere yaklaşımlar değişik açılardan tasnif edilebilir. Biz bu konuyu iki farklı grup altında ele almak istiyoruz. Birincisi; kabul etmeyenler, çerçeveyi çok geniş tutanlar ve mutedil yaklaşanlar. İkincisi ise tefsir-i ilmî, i’caz-ı ilmî, açısından konuyu ele alanlar.

Kabul Etmeyenler

Âlimlerin çoğunluğu Kur’ân’daki kevnî ayetlerin ilmi hakikatlerle tefsir edilmesi kanaatinde olup hatta bunun zaruri olduğunu bile söylemektedirler. Bu genel kabulün yanında kabul etmeyenler de vardır. Kabul etmeyen veya mesafeli duranların bu şekilde konuya yaklaşmalarının değişik sebepleri, gerekçeleri vardır. Biz kabul etmeyenlerin bile bazı ayetleri ilmî hakikatlerle tefsir etme veya yorumlamadan kendilerini alamadıklarını örneklerle ele almak istiyoruz. Rivayet tefsirinin en önemli simalarından İbn-i Kesir (ö.774/1373), kevnî ayetlerin ilmî hakikatlerle tefsir edilmesine mesafeli durmakla birlikte “Evet, Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur’ân’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/153) ayetinin tefsirinde: “bu ayetle insan vücudunun donanımında bulunan unsurlar, insanı hayretten hayrete sevkeden sistemler kastedilmiş olabilir ki bunlar Yüce Yaratıcı’nın hikmetine delalet eden teşrih (anatomi) ilminde tafsilatlı olarak bildirilmektedir.(İbn-i Kesir, 1982: 4/106) Görüldüğü üzere İbn-i Kesîr, ilgili ayeti yorumlarken biyoloji ve anatomi ilminin keşfettiği ilmî hakikatlere işaret etmektedir. Reşit Rıza (v.1354) ilmî tefsire şiddetle karşı çıkanlardan birisi olmakla birlikte,[6] Bakara suresi 24. ayetin tefsirinde beşerin bilmediği ilmi gerçekleri Kur’ân’ın asırlar öncesinden bildirmesinin onun i’caz vecihlerinden birisi olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Mesala, “Kur’ân’ın nazil olduğu dönemde bilinmeyen ilmî ve tarihî konular” başlığı altında rüzgârların aşılaması, yer ve göğün önceden bitişik olması, her şeyin çift yaratılması, yaratılan her varlıktaki intizam ve ahenk, yeryüzünün küre şeklinde olmasını bu konu ile ilgili ayetlere dayanarak anlattıktan sonra Kur’ân’ın bildirdiği bu ilmi gerçeklerin araplar ve genel manada da insanlık tarafından bilinmediğine dikkatleri çekmektedir. Reşit Rıza, kevnî ayetlerin yorumunda zaman içerisinde ayetin açık bildirdiği zahiri manası bir kenara bırakılarak yaşanılan devrin kültürünün tesiriyle yoruma gidildiği şeklinde bir tespitte de bulunmaktadır.[7] Kevnî ayetlerin gelişen ilmî hakikatlerle yorumlanmasına şiddetle karşı çıkan muasır alimlerden biri de Muhammed Hüseyin ez-Zehebî’dir. Hüseyin Zehebî, ilmî hakikatlerle Kur’ân ayetlerinin tefsir edilmesini, ilmî terimleri hakem kılarak ilgili ayetlerden değişik ilimleri ve felsefî fikirleri çıkarma olarak değerlendirmekte ve buna da nazil oldukları dönemde anlaşılmayan manaları Kur’ân’a yükleme olarak bakmaktadır. Zehebî’nin bu yaklaşımının Kur’ân ayetlerini ilmi nazariyelerle ölçüsüzce, aceleden bağdaştırmaya çalışanlara bir tepki olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki, ona göre, “Kur’ân’da sarih bir nassın, o ilim dallarında sabit esaslara aykırı olmaması, onlara kâfi gelmeliydi. Gerçek olan yeni nazariyeler ve bilimsel keşiflerle bağdaşan bilgiler ihtiva etmesi de Kur’ân’a kâfidir.”[8]

Tabii bu arada akla şöyle bir soru gelmektedir: İlmî tefsire karşı çıkanlar bile belli ayetlerin tefsirinde Kur’ân’ın asırlar öncesinden bildirdiği kevnî hakikatlerle, ulaşabildiği ilmi gerçekleri Kur’ân’a mutabakat çizgisinde ele alarak yorum yapmaktan kendini kurtaramamış hatta bunun önemine vurgu yapmışlardır. Onların birbirine zıt olan yaklaşımlarını nasıl telif etmek gerekir? Bunun değişik sebepleri olabilir. İncelediğimiz eserlerden anlaşıldığı kadarıyla 19. asırdan itibaren yaşanan modernleşme süreci İslam dünyasını da ciddi etkilemiş ve bu dönemde yazılan eserlere tesir etmiştir. Tefsir konusunda yapılan çalışmaları da etkilemiştir. Bilimsel tefsir konusundaki çalışmaların hız kazandığı bu dönemde özellikle Mısır’da bu gidişatı endişeyle karşılayan Mahmut Şeltut, Emin Hûli, Muhammed Mustafa el-Merağî, Reşit Rıza gibi insanlar olmuştur.[9] Bunun temel sebeplerinden bir tanesi Muhammed Dıraz’ın 1947 yılında Fransa’da Paris Üniversitesi’nde “Initation au Koran” adlı doktora tezinin savunmasında verdiği şu cevapta olsa gerektir: Dini anlatma gayretiyle bazı modern tefsirciler Kur’ân ayetlerini bilimsel gelişmeler doğrultusunda yorumlama konusunda bizzat imanı tehlikeye düşürecek kadar ifrata kaçmışlardır. Gerçekten bu müfessirler, bazen ne kelimenin yapısı, ne de gramer yönünden hamledilmesi imkânsız olan bir manayı ayetlere vererek, Kur’ân-ı Kerîm’in metnine gereken saygıyı göstermemekte; bazen de kontrolü imkânsız ve hatta çelişkili olan faraziyelerini benimseyecek şekilde müspet ilimlerle meşgul olan ilim adamlarının görüşlerine körü körüne bağlanmakta hataya düşmektedirler.[10] Kur’ân ve ilmî hakikatler konusuna makul ve dengeli yaklaşanlardan Dıraz, başka bir yerde kullanılmalarına tamamen karşı çıkmadığı ilmî verilerin, kesinlik kazanmış olmak şartıyla Kur’ân ayetleriyle karşılaştırılabileceğini ve böyle hareket etmenin de imanın kuvvetlendirilmesi için zaruri olduğunu ifade etmektedir[11]. Netice itibariyle kevnî ayetlerin ilmi hakikatlerle veya nazariyelerle yorumlanmasına şiddetle karşı çıkanlar bile değişik ilimlere işaret eden ayetlerin tefsirinde ilmî tefsire girmek mecburiyetinde kalmışlardır. Zira Kur’ân’ın hiçbir ilmi hakikate ters düşmediği/ düşmeyeceği dünden bugüne bütün âlimlerin ortak kanaatidir. Bu itibarla zikredilen kimselerin karşı çıkmalarını tefsir usulünün prensiplerine riayet etmeden ölçüsüzce önüne gelen ilmî nazariyelerle, Kur’ân’da icmalen bir öz halinde zikredilen hakikatleri detaylandırarak yorumlamaya kalkanları dengelemek için gösterilen bir tepki olarak yorumlamak gerekmektedir. Zira Kur’ân’ın hiçbir ilmi hakikate ters düşmediği/düşmeyeceği dünden bugüne bütün âlimlerin ortak kanaatidir.

Çerçeveyi Çok Geniş Tutanlar

Kur’ân ve ilmî hakikatler konusunu kabul etmeyenlerin yanında çerçeveyi çok geniş tutanlar da vardır. Tabii bunların hepsini bir çizgide değerlendirmemek gerekir. Mesela İmam Gazzalî, Zerkeşi ve Suyutî gibi âlimler ilimlerin asıllarının Kur’ân’a dayandığını, Kur’ân’ın sarih, işaret veya remizle ilimlerin özüne işaret ettiğini bunu da herkesin değil Allah’ın kendisine anlama kabiliyet ve kapasitesi verdiği kimselerin bilebileceğini söylemektedirler. Kur’ân’ın ihtiyaç duyulan her şeyden bahsettiğini söyleyen Razi, tefsirinde ilmî tefsiri çok geniş alanlı tatbik etmiştir. 19ci ve 20ci asırda ise İskenderanî, Kevakibi ve özellikle Cevahir sahibi Tantavi gibi ilim adamları Kur’ân’ı pozitif ilimler perspektifinden yorumlamış bazen de ilmi hakikat seviyesine yükselememiş nazariyelerle Kur’ân ayetlerini yorumlamaya kalkmışlardır. Tabii bu arada evrim teorisini Kur’ân ile tevfik etmeye çalışanlar bile çıkmıştır. Kevnî ayetlerin yorumunda çerçeveyi oldukça geniş tutarak Kur’ân’ın ilim ve teknolojiye karşı olmadığını tam tersine onlara ufuk gösterdiğini ve gelişmekte olan ilimlerin verilerinin Kur’ân tarafından asırlar öncesinden bildirildiğini anlatan bu eserlerin yazıldığı dönemi de göz önünde bulundurmak gerekir. Batının Endülüs yoluyla Müslümanlardan alarak geliştirip, inkişaf ettirdiği ilim ve teknolojiyle Rönesans’ını ve sanayi inkılâbını gerçekleştirmesi karşısında İslam dünyasının entelektüellerinin pek çoğu adeta şok olmuştur. Bir kısmı Batı’dan gelen her şeyi misk-i amber gibi görürken bazıları da savunma psikolojisiyle Kur’ân’ın akla, bilime, teknolojiye karşı olmadığını göstermek için harekete geçmişlerdir. Genelde ilmi tefsire eleştiri getirenlerin bir vurgusu da bu tür tefsirin İslam dünyasında yaşanan sosyal, kültürel ve entelektüel buhranlar dönemlerinde çıktığı hususudur.[12] 19. Asırda Ernest Renan gibi batılılar Müslümanların geri kalmasını İslam’a fatura ederek İslam’ı akıl ve bilime karşı gösterme iddiasında bulunmuşlardır. İslam ulemasının bir kısmı onların bu vehimlerinin tesirinde kalırken, bir kısmı da bu iddialara cevap vermek üzere harekete geçmiştir. Kur’ân’ın ilme, bilime karşı olmadığını hatta asırlar öncesinden pek çok ilmi hakikate işaret ettiğini ifade eden eserler kaleme alanlar olmuştur. Tabii bu arada tepki hareketlerinde denge korunamadığından doğruluğu kesinleşmemiş nazariyelerle kevnî ayetleri yorumlamaya teşebbüs edenler olmuş hatta ilmi nazariyeler Kur’ân’a vize ettirilmeye çalışılmış; Kur’ân’ın bildirdiği hakikatler zaman zaman-güya ihtiyacı varmış gibi-bilimsel teorilere payanda yapılmak istenmiştir.[13] Anlayabildiğimiz kadarıyla çerçeveyi çok geniş tutanların bu şekilde hareket etmelerinin böyle tarihi, kültürel ve psikolojik arka planı da söz konusudur. Tabii bu şekilde çerçeveyi çok geniş tutarak teoriden hakikate ulaşamamış nazariyelerle aceleden ve ölçüsüzce Kur’ân ayetlerinin yorumlamaya kalkmak, bazılarını tepkiye sevk etmiş onlar da bu aşırılığı dengelemek isterken yer yer tamamen ilmî tefsire karşı çıkan bir tutum izlemişlerdir. Tabii bu arada aynı kimseler Kur’ân’ın hiçbir ilmî hakikate ters düşmeyeceğini söylemiş ve daha önce geçtiği üzere bazı kevnî ayetlerin tefsirinde de mecburen ilmî tefsire girme mecburiyetinde kalmışlardır. Kevnî ayetlerin yorumunda çerçeveyi çok geniş tutanların isabetli kabul edilmeyen bir diğer yaklaşımları da Kur’ân’da icmalen bir öz halinde işaret edilen ilmî hakikatleri mevcut ilmî verilerle çok detaylandırmalarıdır. Kur’ân bir fizik, kimya, tıb vs. kitabı değildir. Bildirdiği, işaret ettiği ilmî hakikatlere temel maksatları çerçevesinde meselenin özünü, ruhunu ifade etmektedir. Dolayısıyla Kur’ân’ın bildirdiği veya işaret ettiği hakikatler esas ele alınarak ilmî hakikatler de ona mutabakat ölçüsünde değerlendirilmelidir.

Mutedil Yaklaşım

Kur’ân ve ilmî hakikatler konusundaki mutedil yaklaşım; ne Kur’ân’daki ilmî hakikatlere işaret eden ayetleri görmezlikten gelerek tefrite düşme ne de önüne gelen kesinleşmemiş her türlü nazariye ile nassları yorumlamaya kalkarak, acele ile hareket edip Kur’ânî hakikatlere payanda bulma, Kur’ân’ı onların peşinde koşturma, onu bir fizik, kimya, astronomi vs. kitabı haline getirme gibi bir ifrattan da uzak olan yaklaşımdır. Nitekim pek çok ilim adamı kevnî hakikatleri bu çerçevede ele almış/almaktadır. Bu yaklaşım, Kur’ân’ın insanlığın hidayeti için gönderilmiş, temel maksadı tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet olduğunu; zikredilen bu temel maksatlarıyla irtibatlı olarak ilmî hakikatlerin özüne, ruhuna işaret, îma ve remizlerde bulunduğunu merkeze alan yaklaşımdır. Mutedil yaklaşım, Kur’ân’ın bildirdiği, işaret ettiği, îmada bulunduğu kevnî hakikatleri mümkün mertebe kesinlik kazanmış ilmî gerçeklerle ele alıp yorumlamaktadır. Bunu yaparken de tefsir ilminin disiplinlerine riayet ederek, kesinleşmiş ilmî hakikatleri Kur’ân’ın bir icmal ve öz halinde bildirdiği hakikatlere ne kadar mutabakat ediyorsa o ölçüde ele alıp, yorumlamaktadır. Kur’ân’daki kevnî hakikatlere işaret eden ayetler, sırf ilmî hakikatleri tebliğ için gelmemişlerdir. Hikmet-i ilâhiye insan aklına, fikrine ve donanımına değer vererek tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf gibi temel İslami ilimlerde muhkemâta riayet etmek şartıyla bir içtihad alanı bırakmıştır. Bu içtihad alanında asırlardır insanlar nesilden nesile yarışmaktadırlar ve bu yarış kıyamete kadar da devam edecektir. İlâhî irade kevnî hakikatleri bütün tafsilatıyla insanların önüne serseydi dünya hayatı anlamını yitirirdi. Zira Allah, dünyayı bir imtihan yeri yapmış ve insandan bahşettiği kabiliyetleri yaratılış gayesi istikametinde inkişaf ettirmesini istemiştir. Bütün kevnî hakikatler tafsilatıyla bildirilseydi insan akıl, fikir ve duyu organlarının işletilmesine, araştırılmasına ihtiyaç kalmaz, mahiyetindeki bu donanımlar inkişaf etmez, donuklaşır hayat da nesilden nesile bir yenilik, bir keşif, bir icat olmaksızın yeknesak hareketsiz ve kupkuru olurdu. Tabii bir de bütün bunlara sürekli yeni tecellilere mazhar varlık âleminin merkezinde yaşayan insan açısından da bakmak lazım. Diğer taraftan insan aklı kevnî hakikatlerin hepsini birden kabul etmekten acizdir. İnsan, kevnî hakikatleri anlamada, keşfetmede, delillerini bulup çıkararak hakikatleri ispat etmede, nesiller boyu birbirini ikmal eden tecrübe ve birikime; telâhuku efkâra, sünnetullahı istikraya muhtaçtır[14]. Elmalılı’nın şu görüşleri de konuya itidal ile yaklaşma adına çok önemlidir: “Kur’ân’ın tefsirini herhangi bir zamanın fen ve felsefesi sınırları içine çekerek fikir ve vicdanları daraltmaya çalışmak doğru olmaz.”[15] “İtiraf etmek gerekir ki fenlerin tecrübe sahasında keşif ve tatbikatları ilerledikçe bunlar, Kur’ân’ın manalarına aykırı düşmemiş, aksine birçok ayetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur.”[16] Hamdi Yazır, tefsirinin değişik yerlerinde kevnî ayetleri ilmi gelişmelerle mutabakat çizgisinde ele alıp tefsir etmiştir. Mesela, “Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik.” (Hicr, 15/22) ayetinin tefsirinde bu ayetin mazmununun başlı başına bir ilmî mucize olduğunu söylemekte ve bu hakikatin ilk dönem müfessirleri tarafından söylendiğine de İbn-i Abbas’ın “rüzgarların ağaçları ve bulutları aşıladığı” şeklindeki yorumunu naklederek dikkatleri çekmiştir. Elmalılı, rüzgârların bitkileri aşılamasının bitkilerin çiçeklerindeki erkeklik ve dişiliğin keşfedilmesinden sonra bilindiğini ayetin asırlar öncesinden bildirdiği bir ilmî hakikatin yakın zamanda anlaşılmasının ise onun bir mucizesi olduğuna vurgu yapmaktadır.[17]                  Kur’ân-ı Kerîm, kevnî hakikatleri küllî bir bakış açısıyla icmalen anlatmakta tafsilatını insanların içtihadlarına bırakmaktadır. Fakat bunun yanında “kemmiyet”, “keyfiyet” gibi önemli yönlere sürekli tenbih etmektedir. Nitekim nitelik ve nicelik sorgusu tecrübî ilimlerin temel esaslarındandır.“Kemmiyet” hacme, kütleye, zamana, mekâna, artma-eksilme, dağılma, yok olma ve bunların farklı derecelerine taalluk etmektedir. Misal olarak şu iki ayeti zikretmek istiyoruz: “Doğrusu O’nun katında her şey bir ölçü iledir.” (Ra’d, 13/8) “Gerçekten Allah her şey için bir ölçü, her iş için bir vâde belirlemiştir.” (Talak, 65/3) Keyfiyete yani eşyanın heyeti, terkibi, müsebbebatı, kevnî hakikatlerin mecrası ve meydana gelmesi, ilâhî kanunların cereyanına gelince Kur’ân, pek çok yerde bu noktaya dikkatleri çekmektedir. Mesela, “İşte bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rum, 30/50), “Bakmaz mısın Rabbin gölgeyi nasıl uzatır? Dileseydi onu hareketsiz kılardı. Sonra nasıl güneşi ona delil kılarız? Sonra da nasıl tutup onu azar azar Kendimize doğru dilediğimiz yere alırız.” (Furkan, 25/45-46). Kur’ân’daki ilmi hakikatlere işaret eden ayetler görmezlikten gelinemez. Zira Kur’ân’ın beşte biri tefekkür, araştırma ve kevnî hakikatlerden bahsetmektedir. Yine Kur’ân’daki 114 sureden kırkdan fazlası kâinattaki bazı varlıkların ve hakikatlerin ismini taşımaktadır. Diğer önemli bir nokta ise Kur’ân’ın semavat ve arzın yaratılması, gece ile gündüzün birbiri peşine gelmesi, kainatın genişlemesi, semanın duhandan, hayatın sudan yaratılması, ceninin yaratılış safhaları gibi pek çok tecrübî ilimlerin ele aldığı konuları arz etmesidir.[18] Kur’ân ve ilmî hakikatlere mutedil yaklaşımın diğer bir tarafı da ifrata gitmemektir. Aşırı yorum ise, Kur’ân’daki kevnî hakikatleri bildiren ayetleri, onu temel maksatlarından kopararak, ortaya atılan ve kesinleşmemiş her türlü nazariye ile yorumlamak, Yüce Mesajı bir fizik, kimya, astronomi, tıp kitabı haline getirmektir. İfrat yaklaşım olarak değerlendirebileceğimiz diğer bir nokta da ilmî nazariyeleri merkeze alarak ayetleri onlara payanda yapmaktır. Nitekim Kur’ân, hilkati pek çok ayette bildirdiği halde bu ayetleri evrim ile uyuşturmaya çalışanlar olmuştur.

By courtesy of Wiki Commons

Kevnî Ayetlerin Tefsirinde Riayet Edilmesi Gereken Kurallar

Kur’ân’da bildirilen ilmî hakikatlerin tefsir ve yorumunda riayet edilmesi gereken prensipleri bu sahada yapılan değişik çalışmalardan istifade ile maddeler halinde şu şekilde ele alabiliriz:

1. Kevnî hakikatlere işaret eden ayetin lafzının Arapça’da delalet ettiği manalara uygun ve doğru bir şekilde anlaşılması gerekir. Bunun için Arapçanın dil kaidelerine ve üslup özelliklerine riayet edilmesi gerekir. Çünkü Kur’ân değişik ayetlerde bildirildiği üzere açık, net en güzel bir Arapçayla nazil olmuştur. Ayrıca araştırmacı bir karine olmadan ayetteki lafız veya lafızların hakiki manasını bırakıp mecaza yönelmemelidir.

2. Ayetin nüzul sebebinin, has, amm, mutlak, mutlak, mukayyedin manalarının ve bunlar arasındaki farkların iyi bilinmesi ve nâsih-mensuhun -eğer varsa- olup olmadığının tespit edilmesi gerekir.

3. İlgili ayeti tefsir eden ayet/ayetler veya hadis/hadislerin olup olmadığı geniş alanlı bir şekilde araştırılmalıdır. Aynı konu ile ilgili ayet ve sahih hadislerin toplanıp birbirini nasıl tefsir ettiği, birbirine nasıl ışık tuttuğu anlaşılmaya çalışılmalıdır. Zira ayetin ayetle, ayetin hadisle tefsiri yani vahyin vahiyle tefsiri diğer tefsir dinamiklerinden önce gelir. Bunun yanında sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinin ve onlardan günümüze kadar gelen müfessirlerin tefsirlerine müracaat edilmelidir.

4. Kur’ân’ın nazil olduğu dönemdeki örfü lügate yani ifade ettiği manaya riayet edilmesi gerekir. O dönemden sonra kazanılan manalar her ne kadar geniş alanlı bir kullanıma ulaşsa da nazar-ı itibara alınmamalıdır.

5. İ’rab ve belagat kaidelerine, beyan ilminin üslup özelliklerine riayet edilmelidir. Edilmelidir ki nassların mana boyutları doğru anlaşılsın.

6. Nassın, siyakı, sibakı, mukteza-yı hâl ve bunun gibi karinelerin dikkate alınması gerekir. Şöyle ki kevnî hakikatler ile ilgili bir ayet, siyak-sibakından (sonrası-öncesi) koparılmadan değerlendirilmeye alınmalıdır. Bilindiği üzere pek çok ayette Kur’ân kevnî hakikatleri peşi peşine yemin silsilesi içinde zikretmektedir. Bununla birlikte bazen zaruri olarak birbiri ile irtibatlı olmaksızın da kevnî hakikat ifade edilmektedir. Tefsir ve yorumu yapılan ayetin konuya işaretinin açıklık ve netliğinin iyi tespit edilmesi ve bu ilmî işaretin sınırlarının da tayin edilmesi gerekir.

8. İlmî hakikat veya tespiti ayet ile uyum içerisinde göstermek için tekellüfe yani zorlamalı yorumlara gidilmemelidir. Kur’ân ve onun bildirdiği hakikatler her türlü ilmi hakikat ve tespitin üstünde bir değere sahiptir. Çünkü her şeyi yoktan yaratan, ilmi her şeyi kuşatan ve yarattığını en iyi bilen yüce Allah’ın ilmi gerçek bilgidir, onun dışındakiler onunla mutabakatı ölçüsünde değerlendirilmelidir.

9. Nassın üslup ve siygasına (kipine) dikkat etmek gerekir. Amm, mutlak, mücmel veya müşterek mi olduğu tespit edilmelidir. Ayetin ilmî hakikate lügat yönünden doğrudan veya ihtimalli olarak hangi şekilde delalet ettiği tespit edilmelidir.

10. Nasların ifade ettikleri manalardaki öncelik sırasına riayet etmek gerekir. Şöyle ki, muhkem, zahirden; zahir nastan daha önce gelir. Zahir de tevil yoluyla elde edilen manadan daha güçlüdür. Nassın mantuku mefhumundan önce gelir. Bu itibarla acele ederek muteber bir tercih edici olmadan bir yorumu diğerine tercih etmemek gerekir.

11. Kur’ân, ilmi hakikatleri icmalen bir öz halinde bildirmektedir. Bu itibarla kevnî hakikatleri bildiren ayetlerin tefsir ve yorumunda istifade edilen ilmî hakikat ve tespitlerin tafsilatlı meselelerine zaruret olmadıkça girilmemelidir. Mesela, kimyanın ince, dakik rumuzları, matematiğin muğlak meseleleri gibi.

12. Nass te’vil edilecekse bunun bir gerekçesi olmalıdır. Te’vil edilirken de usul ve tefsir ilminin temel kaideleri işletilmelidir. Bu kaidelerden bazıları şunlardır: “Sebebin hususiyetine değil hükmün umumiliğine itibar edilir”, “Kelamın amel ettirilmesi (işlettirilmesi) ihmal edilmesinden evladır”, “Delilden kaynaklanmayan zanna itibar edilmez.”

13. Arapça harf ve edatların manasında arap dili ve belağatının otoritelerinin kabul ettiği anlamlar esas alınmalıdır.

14. Kevnî hakikatleri bildiren, işaret eden ayetleri, kesin ilmi hakikatlerle tefsir etme gayretinde olmak gerekir. Tabii nazariyeden hakikat seviyesine ulaşmış ilmi verilerle bunu yapmak gerekir. Zira ilmî hakikatler zaman içerisinde iptal olmaz. Aksine nesilden nesile âlimlerin gayretleriyle daha çok inkişaf eder ve daha vâzıh hale gelir. Zira ilmî veriler hakikat veya kanun seviyesine ulaşınca artık değişmez fakat gün geçtikçe daha bir iyi anlaşılır hale gelir. Araştırma, inceleme ve değişik ilim elde etme yollarıyla kazanılan ilimler cüzîdir. Bunlar ile ilgili kanunlar da cüzîdir. Zira sınırlı hakikatten haber vermektedir. Müktesep ilimlerin genel yapısı ise ilim adamlarının birbirinin tecrübe ve birikiminden istifade etmek suretiyle sürekli gelişme ve inkişaf etme şeklindedir.

15. Her konu ile ilgili o sahada uzman ilim adamının görüşüne başvurulmalıdır. Ayetin delalet ettiği manayı anlamak için bizzat o konunun uzmanı ile o konu hakkında bilgi nakledeni birbirinden ayırmak gerekir. Herkesin uzmanlık isteyen konulara dalarak kendince yorumlar yapması doğru değildir. Aynı şekilde Kur’ân’da ilmî hakikatlere işaret eden binden fazla ayetteki i’caz vecihlerini, ilmi hakikatleri bir insanın bilmesi mümkün değildir. Embriyolojiden, astronomiye ondan jeolojiye pek çok ilim alanı ile ilgili ayetleri her branşın uzmanı ile birlikte değerlendirmek gerekir.

16. Bazen Kur’ân nassı ilmî kesin hakikate mutabakat etmekle birlikte o ayetle kastedilen mecazî manayı da nefyetmez. Diğer taraftan bazı ayetler teşbih veya mecaz makamında gelmekle birlikte ayetin siygası çok ince, dakik, üstün ilmi hakikatlere de işaret etmektedir.

17. Hadis âlimlerinin tespit ettiği sıhhat kriterlerine uymayan rivayetlere itibar edilmemelidir.

18. Kur’ân’ın hakkaniyetine tam bir iman ve teslimiyetten hareketle tecrübî ilimlerin henüz ulaşamadığı ilmî hakikatlere Kur’ân’ın bildirdiği işaret ettiği hakikatlerden yola çıkarak ulaşılmaya çalışılmalıdır.

19. Âlimlere karşı edepli ve saygılı olmalı, onların görüşlerini, akıllarını tezyif edici ifadelerden uzak durulmalıdır. Onların kevnî ayetlerin delalet ettiği manaları anlamak için halisane bir gayretle yaşadıkları devrin verdiği ilim ve marifet ufku seviyesine göre yaptıkları yorumlardan bugün ki ilimlerin ulaştığı seviyeye göre isabetsiz olanlar olabilir. Bunlar öne sürülerek onların gayretleri hafife alınmamalıdır. Şurası çok iyi bilinmelidir ki Kur’ân’ın sabit lafızlarının delalet ettiği, işaret ettiği mana katmanlarının anlaşılması, keşfedilmesi insanlığın ilim ve marifet ufkunun gelişmesine ve genişlemesine bağlıdır. Kur’ân’ın delalet ettiği manaların anlaşılması bir tekamül içinde olur, birbirini ikmal eder ve bir zıtlık da olmaz. Bu özellik Allah kelamının dışındaki bir söz için söz konusu değildir. Diğer taraftan herkes yaşadığı devrin kültürünün çocuğudur. İçinde bulunduğu zamanın ilim ve kültür ufkuna göre Kur’ân ayetlerini yorumlamaktadır. Aynı durum günümüzdeki ilim adamları için de geçerlidir.[19]

Sonuç

İlimler birer çekirdek halinde başlar, zaman içerisinde olgunlaşarak, kavram ve prensipleriyle kristalize hale gelmeye çalışırlar. Nitekim tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf gibi Kur’ân ve Sünnet kaynaklı ilim dalları da telakuku efkâr ile nesilden nesile temel kaynaklarda birer nüve halinde zikredilen hakikatlerin inkişaf ettirilip, sistematize edilmek suretiyle müstakil birer ilmî disiplin haline getirilmişlerdir. Daha önceleri tefsir ilmi içinde mütalaa edilen kevnî ayetlerin tefsir ve yorumu da günümüzde gittikçe artan bir ivme ile müstakil bir ilmî disiplin haline gelmiştir. Tabii ıstılah ve usulünün olgunlaşması ve kristalize hale gelmesi ise belli bir sürece vabestedir. Bu açıdan Kur’ân ve ilmî hakikatler konusunda yapılan çalışmaların bir olgunlaşma sürecinin sesi-soluğu olarak kabul edilmesi kanaatindeyiz. Genelde Kur’ân’daki kevnî hakikatleri bildiren, işaret eden ayetlerin değişik ilimlerle münasebeti üzerinde ilk defa İmam Gazzalî tarafından durulduğu, Fahreddin Razi ile tatbikata konulduğu kabul edilse de bu yaklaşım kanaatimizce doğru olmakla birlikte eksiktir ve izaha muhtaçtır. Şöyle ki ilk müfessirlerden Taberî hatta ondan bir buçuk asır önce yaşayan Mukatil b. Süleyman gibi müfessirlerin eserlerinde kevnî ayetlerin tefsirinde sahabe ve tabiin kaynaklı bugünkü modern ilim elde etme metodlarıyla ancak ulaşılabilecek hakikatlerden bahsedilmektedir. Tabii onların ele alış şekli günümüzdeki gibi değişik ilmî disiplinlerle irtibat kurarak yorumlamak tarzında değildi. Zaten böyle olması da düşünülemezdi. Zira fizik, kimya, jeoloji, astronomi gibi ilim dalları daha sonraki dönemlerde birer müstakil ilmî disiplin haline gelmiştir. Dolayısıyla Mukatil b. Süleyman, Taberî gibi ilk müfessirlerin eserlerinde birer nüve halinde kevnî ayetlerin tefsirinde bahsedilen ilmî hakikatlerin Gazzalî ve Fahreddin Razi tarafından çok daha geniş çerçevede ele alınarak ekol haline getirildiği söylenebilir. Kur’ân ve ilmî hakikatler konusunda ifrat-tefrit eksenli yaklaşımlar olmakla birlikte meseleyi mutedil çizgide ele alan pek çok ilim adamı da vardır. Hatta bu sahadaki tefsir çalışmalarına karşı çıkanların bile eserlerinde bazı ayetlerin tefsirini pozitif ilmî tespit ve yaklaşımlarla tefsir etme mecburiyetinde kaldıkları da görülmektedir. Bundan anlaşılmaktadır ki, büyük çoğunluk itibariyle bu sahadaki yapılan çalışmalara olumsuz bakanların karşı çıkış sebebi; tefsir usulünün disiplinlerine riayet etmeden aceleden kesin bir ilmî hakikat haline gelmemiş nazariyelerle ölçüsüzce yapılan yaklaşım ve yorumlaradır. Kur’ân-ı Kerîm, din adına son noktayı koyan ve kıyamete kadar mucizeliği devam edecek olan ilahî mesajdır. O’nun her devre bakan i’caz yönleri vardır. Nitekim değişik ayetlerde Kur’ân’ın zaman içerisinde keşfedilecek ilmî i’cazı bildirilmektedir. Bin üç yüzden fazla ayet diğer bir ifadeyle Kur’ân’ın beşte biri sarih veya işarî olarak değişik ilmî hakikatlerle alakalıdır. Bu ayetlerin tefsir ve yorumu keşfedilen ve keşfedilecek olan ilmî hakikatlere bakmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân ve ilmî hakikatler konusunda çok ciddi çalışmaların yapılması Kur’ân’ın mesajından istifade adına çok önemli olsa gerektir. Kanaatimizce, Kur’ân’ın icmalen bir öz halinde bildirdiği hakikatleri onun temel maksatları olan tevhid, nübüvvet, haşr ve adalet ile irtibatını koruyarak ve çok detaylandırmadan ele almak gerekmektedir. Kur’ân’ı ilmî hakikatlerden tecrid etmek bir tefrid olduğu gibi onu, adeta bir fizik, kimya, matematik, astronomi kitabı gibi değerlendirmek de ifrattır. Tabii meselenin en kritik ve hassas noktasını, ifrat ve tefritten uzak, itidal çizgisinde kevnî ayetlerin kesinleşmiş ilmî hakikatlerle Arapça, belağat ve tefsir disiplinlerinin vizesini alarak Kur’ân’a mutabakat ekseninde, onun enginlik ve esnekliğini daraltmadan ve onun mana katmanlarına saygı içerisinde ele alınması oluşturmaktadır. Bir-kaç asırdır pozitif ilimler tevhid inancından uzak, pozitivist, natüralist bir bakış açısıyla ele alınmakta ve sunulmaktadır. Kevnî hakikatler ve bunlarla ilgili ilmî disiplinlerin Kur’ân’ın temel maksatları perspektifinden günümüzde yeniden tevhid blokajı üzerinde temellendirilmesi zarureti vardır. Bunun için ise başta tefsir olmak üzere İslâmî ilimlerin değişik alanlarında söz sahibi âlimlerle; fizik, kimya, tıb, astronomi gibi pozitif ilimlerde uzman ilim adamlarının beraber çalışmasına çok ciddi ihtiyaç vardır. Bu istikamette ilahiyatçıların en azından ansiklopedik seviyede müspet ilimleri; pozitif ilimlerde ihtisas yapanların da İslam Dini’nin terminolojisi ve bilhassa tefsir ilminin usûl ve ıstılahlarını asgari seviyede bilmesi ve böylece her iki tarafın belli bir müşterek zeminde buluşarak beraber çalışmaları çok ciddi önem arz etmektedir. Hâsılı, kâinat ve insan ile ilgili ilmî gelişmeler Kur’ân’ın hakkaniyetini bir kez daha ortaya koyup bütün âleme duyuracaktır. Bunun gerçekleşmesi ise esbap planında belli usul ve prensiplere riayet ederek hakikat aşkıyla çalışacak, her branştan ilim adamlarının ceht ve gayretlerine emanettir.


Kaynakça

[1] Buharî, “Itisam,” 1; Müslim, “Iman,” 239.

[2] İbn-i Hacer Askalanî, Fethü’l-Bâri bi-Şerhi Sahihi’l-Buharî (Beyrut: Dâru’l-marife), 9/7.

[3] Fethullah Gülen, Kur’ân’ın Altın İkliminde (İzmir: Nil Yayınları, 2011), 477.

[4] Ebû Ya’lâ, el-Müsned (Damascus: Dâru me’mun li’t-turas, 1984), 9/81-82, 278; Taberânî, el-Mucemü’levsat (Cairo: Daru’l-haremeyn, 1994), 1/236.

[5]Bediüzzaman Saîd Nursî, Muhâkemât (İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007), 227; Bediüzzaman Saîd Nursî, Şualar (İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007), 86-87.

[6] Reşit Rıza, the date and place of publishing not indicated, 1/7.

[7] Rıza, 1/212-214.

[8] Suat Yıldırım, Müstenadatü’t-tevfîk beyne Nususi’l-Kur’ân ve Beyne Netaici’lİlmiyyeti’s-Sahiha (Pakistan: İslamabad, 1987), 40.

[9] Abdurrahman Ateş, “Geçmişten Günümüze Bilimsel Tefsir Ekolu,” Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi 2, no. 4 (2002):136.

[10] Ateş: 127.

[11] Ateş: 127.

[12] Şehmus Demir, Kur’ân’ın Bilimsel Veriler Işığında Yorumlanmasına Eleştirel Bir Yaklaşım (İstanbul: Özkan Matbaacılık, 2010), 421.

[13]Demir, Kur’ân’ın Bilimsel Veriler Işığında, 415.

[14] Zağlul Muhammed Ratib Neccar, Medhal ilâ dirasati’l-i’cazi’l-ilmî (Beyrut: Dâru marife, 2009), 120.

[15] Hamdi Yazır Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, Cilt 8 (İstanbul: Eser Yayınları, 1982), 209.

[16] Elmalılı, Hak Dini, 208.

[17] Elmalılı, Hak Dini, Cilt 5, 3054.

[18]Zağlul Muhammed Ratib Neccar, Kaziyyatü’l-i’cazı’l-ilmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm Beyne’l-Müeyyidve’l-Muarız (Amman: Cem’iyyetü’l-Muhafaza ala’l-Kur’âni’l-Kerîm, 2006), 58-60.

[19] Zağlul Muhammed Ratib Neccar, Medhal ilâ dirasati’l-i’cazi’l-ilmî (Beyrut: Dâru marife, 2009), 148-153; Abdu’l-Cevad Savî, el-İ’cazu’l-ilmî fi’l-Kur’ân ve’s-Sünnet (Cidde: Dâru ciyad, 2008), 31.

Share this article: Link copied to clipboard!

You might also like...