İslam dünyası uzun süredir Batı medeniyetiyle bir nevi mücadele ediyor. Araştırmacılar genellikle Batı'ya yüzeysel bakıyor ancak Batı, bu genelleştirmeleri reddeder. İslam dünyası, Batı'yı objektif incelemeli ve doğru bir yöntem uygulamalıdır, özellikle Gazzali'nin önerdiği metodu takip etmelidir.
İslâm dünyası üç asırdan fazla bir zamandan beri medeniyet problemi ile karşı karşıyadır. Daha açık bir ifade ile, bu kadar uzun süren bu dönemde Müslümanlar, Batı medeniyetine karşı nasıl bir tavır takınacakları meselesini tartışmışlar ve maalesef problemi hâlâ çözememişlerdir. Konuları pek iyi tahlil etmesi, müşkilâtlardan kaçmaması, oldukça objektif ve insaflı bir şekilde delillere dayanarak inceleyip neticelere varması gereken yüksek lisans ve doktora tezlerinde bile Batı medeniyetine ve batılıların görüşlerine yer veren araştırmacılar, bu hususta ekseriya sathî kalmaktadırlar. Herhangi bir meseleyi Batı medeniyeti ile mukâyeseli olarak inceleyen İslâmî çalışmalara ekseriya sathilik ve genel hükümler verme tavrı hakim olmaktadır. Meselâ, İslâm'ın aileye verdiği önemi işleyen bir araştırmacı, mukayese yaparken, Batının aile hakkındaki görüşü şöyle şöyledir diye muayyen durumlara yer vermektedir. Halbuki kendisine düşen şey dakik olmasıdır. Hangi Garbdan bahsetmektedir? Zira aslında bir tek batı görüşü söz konusu değildir, hatta çoğu zaman müteaddit fikirler vardır. Bu sebepledir ki Batılı bilim adamları böylesi çalışmaları okuyunca ikna edilememekte ve bu kitapları hafife almaktadırlar. Hatta Batı kültürü ile yetişmiş Müslüman aydınlar bile bu çalışmalarımızı ciddiye almamaktadırlar. Müslüman ülkelerin yöneticileri, bürokratları, politikacıları ve diplomatları da genelde aynı tavrı takınmaktadırlar. Müslüman yazarların ve araştırmacıların çoğu Batı medeniyetini yeniden ve dikkatle gözden geçirmeli ve ona karşı nasıl muamele edeceklerini belirlemelidirler. Hiç şüphe yok ki ideâl muamele tarzı, üç asırdan beridir Müslümanların karşı karşıya bulundukları en büyük problemdir. Unutmayalım ki İslâm Medeniyeti hicrî 2. asırdan beri 3. ve 4. asırlarda, tarihindeki en büyük medeniyet problemi ile karşı karşıya kalmış fakat İslâm Medeniyeti kendisinden üstün olan öteki medeniyetleri ya kısa bir dönemde özümsemeye, ondan sonra da medeniyette önder olmaya muvaffak olmuştu. Bu, medeniyet tarihinde ender olan bir durumdur. Tarih bize göstermektedir ki medenî bir millet, askerî bakımdan daha üstün bir kuvvet tarafından hakimiyet altına alınırsa, mağlup olmasına rağmen medenî ve fikrî bakımdan o kuvvete karşı galip gelir. Bunun en bariz örneği Roma İmparatorluğu'nun istilâ ettiği daha ileri seviyedeki Yunan düşüncesinin etkisi altına girmesidir.
İslâm Medeniyeti tarihi bakımından en önemli keyfiyet şudur ki o dönemin İslâm âlimleri ileri medeniyetlere karşı nasıl bir muamelede bulunmaları gerektiğini çok iyi tesbit ettiler. O medeniyetleri özümsemeyi, onlardan faydalı olan unsurları hazmetmesini ve aldıklarını İslâm'ı müdafaada kullanmasını, hülâsa beşeriyetin bu müşterek mirasından faydalanmasını bildiler. İslâm dünyası son asırlarda yine bir medeniyet problemi ile karşı karşıyadır ve üç asır geçmesine rağmen bu müşkili halledememiştir. Bu işte başarılı bir metod uygulamaya Müslümanlar son derecede muhtaçtırlar. Hüccetü'l-İslâm Gazzâlî bu hususta mükemmel bir örnek olup bu metodu güzelce anlatmıştır. İmam Gazzâlî bu metodunu el-Munkızü mine'd-Dalâl (Ar. al-Munqizh min al-Ḍalāl) kitabında açıklamıştır. O, kesin bilgiye ulaşmaya yöneldiğinde önce taklitten kurtulmak, müteakiben de zamanımızda objektivite denilen peşin hükümden uzak, tarafsız bir tutuma ulaşmak ister: "Kendi kendime dedim ki: "Madem ki ben eşyanın hakikatine yani olup bitenlerin gerçek mahiyetine ulaşmak istiyorum, öyleyse önce ilmin hakikatinin ne olduğunu öğrenmeye çalışmalıyım." Bunun üzerine şu gerçek ortaya çıktı ki kesin bilgi, malumun yani bilme konusunun, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde tam olarak inkişaf ettiği, yanlışlık veya zan imkânının yanına bile yanaşamadığı bir durumdur. Bunu kalb de takdir edemez. Bilâkis hatadan emin olma, kesin bilgiye dayanmalıdır. Bu, o derece kesin bir bilgi olmalıdır ki meselâ birisi, tutarsız bir iddia ortaya atsa bunun doğruluğuna delil olarak da taşı altına, değneği ejderhaya dönüştürse dahi, kendisinde bir şüpheye ve inkâra yol açmamalıdır. Zira ben bilirsem ki on sayısı üç sayısından fazladır, sonra biri gelip: "Hayır üç daha fazladır. Delilim de şu değneği taşa çevirmem olacaktır." dese ve gözümüz önünde öyle de yapsa, bundan ötürü bildiğim hususta hiçbir şüpheye düşmem. Bu bende, olsa olsa, bu işe nasıl güç yetirebildiği hususunda bir hayret ve şaşkınlık uyandırır. Ama bildiğim hususta asla bir tereddüt söz konusu olamaz. Sonra şunu öğrendim ki: Mezkûr şekilde bilmediğim ve bu tarzda kesinliğe ulaşamadığım her bilgi, güvenilir olmayan ve kendisinden emin olunmayan bir bilgidir. Hatadan emin olunmayan hiçbir ilim, yakinî (kesin) ilim olamaz.[1]
Sonrasında da Gazzâlî ilim peşinde koşmada tam bir ciddiyet gerektiği üzerinde ısrarlı bir şekilde durur. Gerçekleri araştırarak, çeşitli sınıfları inceler ve bu meseleleri tek tek tahlil edip delillere dayanarak neticeye ulaşır. Gazzâlî muhalif görüş sahiplerinden uzak durmak istemez, aksine onları anlamaya çalışır. Meselâ Aristo felsefesinden bahsederken şöyle der : "(...) Bir konuyu anlama işi gerçekleştirilmeden kabul etmek veya reddetmek nasıl mümkün olabilir?"[2] "Kelâm ilmini inceleme işini bitirmemden sonra Felsefeye başladım. Kesinlikle şu kanaate vardım ki: Herhangi bir ilmi, o ilimde en fazla uzman olan kişi seviyesine ulaşıp onu geçecek ve onun inemediği derinliklere inecek derecede bilmeyen kimse, o sahadaki bozuk taraflara vakıf olamaz."[3] Gazzâlî itidal ve insafı, metodunun vazgeçilmez bir unsuru olarak görür, filozofların fikirlerini reddederken onların fikirlerini toptan reddetmeyip şöyle der: "Şunu biliniz ki filozofların ilimleri, bizim takip ettiğimiz maksadımıza nisbetle Matematik, Mantık, Tabiî ilimler, İlahiyat, Siyaset ve Ahlâk bilim dalları olarak altı kısımdır.
1. Matematik (Riyaziyyat), Aritmetik, geometri ve astronomiyi ihtiva eder. Bu sahanın konuları dinî meseleleri ne ispat ne de reddetmez. Yani bunların dinî konularda olumlu veya olumsuz etkileri yoktur. O bilimlerin konuları delillere dayanan meseleler olup onları öğrenip anladıktan sonra, inkâr edilmeleri mümkün olmaz. Ama bundan iki zarar meydana gelebilir: Birincisi: Bu konuları ele alanlar, inceliklerine ve parlak delillerine hayran kalanlar, bu etki altında filozoflar hakkında hüsn-ü zan beslemeye başlar ve zanneder ki onların bütün ilmî meseleleri netlikte ve delillerinin sağlamlığında bu ilim gibidir. Daha sonra onların küfür ve inkârlarını ve dinî meseleleri hafife almalarına dair halkın dilinde dolaşan sözleri işitince, o da onları taklid ederek inkâra sapar ve der ki : "Şayet din gerçek olsaydı öylesine âlim kişiler bunu görmemiş olamazlardı. Onların bu konuları inkâr ettikleri bildirildiğine göre, doğru olan tutumun onların tavrı olduğu anlaşılır." (...) İkinci zarar ise: İslâmın cahil dostundan gelir. Bu dost aklı sıra, İslâm'a hizmetin onlara ait olan her türlü ilmi inkâr etmekte olacağını düşünür. Onun için de onların ilimlerini reddeder. O konularda bilgisizliklerini iddia eder. Öyle ki meselâ onların Ay ve Güneş tutulması konusundaki bilgilerini de inkâr eder ve buna dair fikirlerinin dine aykırı olduğunu ileri sürer. Bu konuları delile dayanarak doğru kabul edenler böylesi iddiaları işitince kendi delillerinden şüphe etmezler. Bunun yerine İslâm’ın cehalete ve kesin delilleri inkâra bina edildiğini düşünürler. Böylece felsefeye olan sevgisi, İslâm’a olan antipatileri artar. İslâm'a hizmetin bu ilimleri inkâr etmekte olduğunu iddia eden kimse İslâm'a en büyük zararı verir. Halbuki İslâm dini bu ilimleri ne kabul ne de red konusuna girmez. Aynı şekilde bu ilimler de dinî konulara girmezler. Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Güneş ve Ay, Allah'ın âyetlerinden (varlığının delillerinden) iki delildir. Herhangi bir kimsenin ölümünden veya hayatından dolayı tutulmazlar. Binanaleyh tutulduklarını gördüğünüz zaman Allah'ı zikredip namaz kılmaya başlayınız." hadîsinde Güneş'in ve Ay'ın hareketlerini, onların kavuşumlarını veya birbirlerinin karşılarında bulunmalarını bildiren Hesap ilmini inkâr etmeyi gerektiren bir talimat yoktur.
2. Mantık ilmi de gerek nefy gerek isbat bakımından dinle ilgili değildir. Bu ilim istidlâl yolları, kıyaslar, delilin öncüllerinin şartları ve öncüllerin nasıl terkip edileceği, geçerli olan tanımın şartları ve onların nasıl düzenleneceği (...) gibi meseleleri konu edinir. (Bunlar nötr meseleler olup din bunlar hakkında olumlu veya olumsuz bir hüküm ihtiva etmez.)
3. Tabiî bilimler de göklerden, yıldızlardan, bunlar içindeki su, hava, toprak, ateş gibi ayrı ayrı cisimlerden keza hayvan, nebat, maden gibi o tek tek cisimlerin birleşmesinden hâsıl olan mürekkep cisimlerden (...) bahseder. Din meselâ bir tıp ilmini reddetmediği gibi bu ilmi de reddetmez. Bu ilmin konularından sadece bazı muayyen meseleler hakkında hüküm ifade eder ki biz bunları Tehâfütü'l-Felâsife adlı kitabımızda bildirmiştik. İmam Gazzâlî (r.a.) diğer taraftan bilimsel araştırmalarda gerçek bir ölçü koymak üzere şöyle der: " İşte bu tutum aklı zayıf olanların âdetleridir. Onlar gerçekleri şahıslarla tanırlar, yoksa şahısları gerçeklerle tanımazlar. Ama akıllı olan insan, akıllı olanların önderi olan Hz. Ali (r.a.)'nin şu sözünü kendisine rehber edinir. "Sen gerçekleri şahıslarla tanıma. Aksine gerçekleri öğren, sonra gerçekleri bilenleri de öğrenirsin." Akıllı kişi hakkı öğrenir sonra aynı sözü inceler, irdeler. Eğer gerçek ise onu söyleyenin hak yolda veya batıl yolda olmasına bakmaksızın gerçeği kabul eder. Hatta bazen gerçeği, batıl yolda olanların çeşitli fikirleri arasından söküp çıkarmaya çalışır. Zira bilir ki altın madeninin aslı topraktır. (Altın bu şekilde tabiatta bulunmaz. Yabancı maddelerle karışık, filiz halinde bulunur. Diğer birçok maden gibi çeşitli muamelelerden geçirildikten sonra böyle saf hâle gelir.) Sarraf bir kuyumcu, kalpazanın kesesine elini attığında bir yığın sahte altın içinden hâlis altını ayırt edebilir. Onun için mahir kuyumcu kalpazan ile iş yapmaktan engellenmez. Ama köylüleri bu işten menetmek gerekir, zira aksi hâlde kolayca aldanabilirler. Nitekim iyi yüzme bilmeyen kimse denize girmekten alıkonur, ama iyi yüzücüler alıkonulmazlar.[4]
Sonra da İmam Gazzâlî (r.a.) hakla bâtılın bir arada bulunmasının hakka zarar veremeyeceğini anlatır. Çeşitli temsillerle bu meseleyi açıklar. Aklını kullanan kimselerin gayr-i müslimlerin fikirleri arasından gerçekleri söküp çıkarabileceğini söyler. Bu bahsin sonunda şöyle der: İnsanların çoğu, bâtıl bir zannın etkisi altındadırlar ki o da şudur: Bir fikri yanlış da olsa, onu o insanların, hakkında hüsnü zan besledikleri birine nispet etsen bu fikri kabul ederler. Buna mukabil, doğru olan bir fikri bile, hakkında sui zan ettikleri birine nispet etsen reddederler.[5] İşte böyle hakla bâtılın birbirine komşuluk etmeleri hakkı bâtıl, doğruyu yanlış hâline getirmediği gibi, bâtılı da hakka dönüştürmez. İkinci zarar ise kabulden ileri gelen zarardır. Çünkü İhvan-ı safa ve benzeri kimselerin kitaplarını okuyan kimseler, onların fikirlerini, peygamberlere ait hikmetler ve mutasavvıfların sözleriyle karışmış, bir arada olarak bulurlar. Onlar da o fikirleri beğenir, ve o fikirleri kabule meylederler. Derken ilk bakışta zihninde meydana gelen hüsnü zan sebebiyle, o fikirlerle karışmış olan yanlışları da benimserler. İşte bu da bir tuzaktır, bâtılı yavaş yavaş benimsetme yollarından biridir.[6] Öte yandan Gazzâlî dinde içtihadı teşvik eder. Bu konuda muarızlar tarafından ileri sürülen şu soruya cevap verir: Hakkında bir şey işitmediğiniz hususta nasıl hüküm vereceksiniz? Sizin işitmediğiniz nassa dayanarak mı? Yoksa ihtilâf ve tartışmaya açık olan içtihada dayanarak mı? Bu soruya şu cevabı verir: Hz. Peygamber (s.a.s.) Muaz (r.a.)'ı Yemen'e vali olarak gönderdiğinde o nasıl davranmışsa biz de onu örnek alırız. Yani hakkında nass bulunan hususta nass ile, nass bulunmayan hususta ise içtihatla hüküm veririz.[7] Daha sonra Gazzâlî (r.a.), niyeti düzeltmeye geçer: "Sonra öğretim mesleğinde niyetimi gözden geçirdim. Baktım ki niyetim sırf Allah rızasını gözetmiyor. Aksine niyetimi makam ve şöhret arzusu yönlendiriyor. Kesin olarak anladım ki ben bir uçurumun kenarında bulunuyorum. Eğer hâlimi düzeltme fırsatını değerlendirmezsem ateşe düşmek üzereyim."[8] Müteakiben kendi psikolojik durumunu ve kendisini aldatmaya çalışan şeytanla mücadelesini tahlil eder. Kendisini çevreleyen bir çok engellere, dünyayı sevdiren bir çok sebebe rağmen Bağdat'tan sessizce ayrılır. Bütün servetini dağıtır. "Sadece çoluk çocuğumun zarurî ihtiyacını karşılayacak kadar az bir miktar bıraktım. Irak arazisi bütün Müslümanlara ait bir vakıf olduğundan müslümanların hîn-i hacette ihtiyaçları için ihtiyat durumunda tutulmasından ruhsat alarak böyle yaptım. Dünyada âlim için ailesine sarf etme yönünden bundan daha elverişli olacak bir mal bilmiyorum."[9]
Gazzâlî, on bir yıl kadar süren hicret ve uzlet hayatından sonra, ömrünün sonunda (499/1107) de, vefatından altı yıl önce tekrar öğretim ve irşad hayatına döndü. Ama uzletten önceki hayatı ile uzletten sonraki hayatı arasındaki farkı şöylece bildirir: "Önceki hayatımda ilmi yaymaktan maksadım, mevki kazanmak idi. Sözlerimle ve davranışlarımla hep buna yöneliyormuşum. Ama şimdi makam sevgisini terk ettiren, makam rütbesinin değersizliğini öğreten ilmi anlatıyorum. Şimdi bütün niyetim, kasdım ve temennim budur. Allah Teâlâ benim bu niyetimi pek iyi bilmektedir. Bütün gayem, nefsimi ve başkalarını ıslah etmektir. Bilemiyorum bu gayeme ulaşacak mıyım yoksa bundan mahrum mu kalacağım? Ama gözlerimle görürcesine kesin olarak inanıyorum ki, hâlleri değiştirme ve işleri yapma kudreti veren ancak Allah'tır. Aslında hareket eden ben değilim. Bana hareket etme gücünü veren O'dur. Çalışıp iş yapan ben değilim, bana çalışma gücü veren ancak O'dur. O'ndan istediğim önce beni, sonra da benimle başkalarını ıslah etmesidir. Önce beni hidayet etmesi, sonra benim vesilemle başkalarını hidayete erdirmesidir. Hak ve hakikati bana hak olarak gösterip hakikate tâbi olmayı nasip etmesi, bâtılın ise bâtıllığını gösterip beni ondan uzak tutmasıdır."[10]
Bibliography
1. Muḥammad al-Ghazzālī al-Ṭūsī, al-Munqizh min al-Ḍalāl (Beirut: Dār al-Fikr al-Lubnānī, 1993), 51.
2. Ghazzālī, al-Munqizh, 64.
3. Ghazzālī, al-Munqizh, 61.
4. Ghazzālī, al-Munqizh, 69.
5. Ghazzālī, al-Munqizh, 70.
6. Ghazzālī, al-Munqizh, 71.
7. Ghazzālī, al-Munqizh, 74.
8. Ghazzālī, al-Munqizh, 80.
9. Ghazzālī, al-Munqizh, 80-82.
10. Ghazzālī, al-Munqizh, 93-94.